11 Aralık 2010 Cumartesi

KARADENİZ’DE BİR “ADA”

İlk olarak dergilerde başlamıştım yazmaya.
Unutmuyorum, yaşadığım en yoğun, en çocukça heyecandı. Hele de ilk yazılarımı, herkesin yazmak için can attığı dergilerin sayfalarında görmek çok yüreklendiriciydi.
Sonra… Sonra bir iki yazım küçük paragraflar eklenmiş halde yayımlandı. Hoşuma gitmedi bu müdahaleci yaklaşım şekli. Yazı benim, sadece benim olmaktan çıkmıştı. Bir daha aynı hayal kırıklığını yaşamamak için uzak durdum dergilerden.
Hatır gönül gereği birkaç kez dergilere yazı verdiğim oldu sonrasında. Fakat öyle soğumuşum ki ardı gelmedi. Gazete yazarlığını tercih ettim sadece.

Şu bir gerçek ki; giderek okurun, ama her kesim okurun anlayacağı sade bir dille yazma alışkanlığı kazandırması açısından birebirdir gazeteler. Bir çeşit sınavdan geçiyorsunuz yazdıkça. Okurla ortak bir dil oluşturmanın zorunluluğuna inandırıyor sizi.
Dergilerden de bugüne taşınan, hep korunası olduğunu düşündüğüm bir alışkanlığım var. Yazdığım her yazıyı özenle, içten içe dergiye hazırlar gibi, hazırlamaya gayret ederim. Okur da bu yönümü sezinler, fırsat buldukça takdirle karışık dile getirir.

Yıllardır Trabzon’da çıkmakta olan Ada Dergisi, ne zamandır kimsenin yapamadığını yaptı; o olumlu etkiyi uyandırdı bende. Son sayılarıyla yıllanmış bir önyargımı kırdı. Beni, gazetenin yanısıra dergilerde de yazmaya razı etti.

Hem de sessiz bir dil kullanarak başardı bunu!.. Daha bir ilgi çekici hale getirilmiş küçük boyutuyla, zenginleştirilmiş içeriğiyle. Tabii her şeyden önce okura hitap eden, ufuk açıcı ürünlere yer vererek.

Şeklen yeniliklerinin yanısıra, bir dergide en çok önemsediğim özellik budur. Bunu başlıca amaç edinip, bu ana amacından giderek uzaklaşmaması.

Dahası var: Ürünlerin doğasına dokunmadan özgün haliyle yer vermesi. Kullandığı sesli ya da sessiz dille sadece ve sadece okurun dergisi olduğunun altını çizmesi. Bir çeşit albüm işlevi görmemesi, birilerinin anı defteri haline getirilmemesi vs. Dergiler ancak o zaman daha geniş kitleler tarafından benimsenir, okunur. Dolayısıyla da uzun soluklu olurlar.

Mevsimde bir çıkmakta olan Ada Dergisi, bulmayı umduğum bu özelliklere sahip. Bir bucuk yıl aradan sonra iki sayısı birden çıkartıldı. Bu son sayılarla 12. sayısına ulaşmış oldu.

Kimler yoktu ki son sayılarında: Attila Aşut, Nihat Genç, Kenan Sarıalioğlu, Çiğdem Sezer, İnci Aral, Ayşe Keskin, Ersan Erçelik, Serkan Türk, Tayfun Pirselimoğlu, Mehmet Kuvvet, Muammer Kotbaş, Bülent Sümer, daha birçok değerli isim.

Derginin sahibi, editörü şair yazar arkadaşım Serkan Türk’ün çabalarıyla oldu her şey. Şevkle, inatla, tutkuyla ve aslında zorlukların, imkansızlıkların da getirisi bir sancıyla Ada’yı bugünlere taşıdı.

Değerli şair yazar arkadaşım Ayşe Keskin’in de en az onun kadar emeği var dergide.
Ada’nın kurucularından Ercan Yılmaz’ın, Arzu Alkan’ın… Çok kez tanık oldum; Ada’yı layıkıyla tanıtmak, okura yeniden hatırlatmak için birlikte çok çaba sarf ettiler.
Ada Dergisi Etkinlikleri adı altında, belli aralarla imza günleri, söyleşiler, şiir dinletileri de düzenlediler. Trabzon kültür sanatını hareketlendiren yararlı, sıcak etkinliklerdi.

Derginin özellikle bu son sayılarını okuyunca, sitemler yağdırdım Serkan’a. Dergiye yazı vermem konusunda neden ısrarcı olmadı diye.

Derginin sayfaları arasından taşan o hüzünlü, coşkulu, içe işleyen seslerden biri de ben olmalıydım!.. O derece bir yazmak isteği uyandırdı bende. Kendini hem şeklen, hem de içerik olarak yenilemesini başardığı için…

Siz okurlardan isteğim, Karadeniz çıkışlı bu Ada’yı, ne yapıp edip sahiplenmeniz…

Fatma Babuşçu
Taka Gazetesinde yayınlanmıştır.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Hayat ile edebiyat sıratının beyefendisi-Karin Karakaşlı

Usta yazar Selim İleri, romanları ve denemeleri ile uzlaşmaz bir ikiliye hüzünle gülümsüyor

Hayat ile edebiyat sıratının beyefendisi

Karin Karakaşlı

Edebiyatı hayatın ta kendisi kılan, hayatı da edebiyatın tılsımıyla anlamlandıran yazarlar için sadece kendi eserleri ile yetinmek söz konusu olamaz. Onlar için kendilerini yetiştiren aileden öte bir edebi aile vardır sanki. Kendilerinden önceki ustaları ve onların unutulmaz eserlerini bir aile albümünün fotoğrafları gibi yaşarlar. Anılar ortaklaşır, kuşak farkı kalkar ortadan. Çağdaş Türk edebiyatının en yetkin yazarlarından Selim İleri de edebiyatı bu çerçevede yaşar ve yaşatır; kendi ürettikleri ile iz bırakarak ve üzerinde iz bırakanları incelikle damıtarak.
Selim İleri’yi okumak bu açıdan çokkatmanlı bir zenginliktir. Bir yandan kendi edebiyat dünyasını ve dilini oluşturmuş bir ustanın hayattan süzdükleriyle bereketlenir, diğer yandan anı, deneme ve inceleme kitaplarındaki nice bilgi ve duygudan nasipleniriz. Bilgi ve duygunun incelikli harmanı, İleri’nin kitaplarında karşılığını bulur. Biz onu okurken belki de en çok satır aralarından zenginleşiriz.
Her bir kitabıyla üslubunu ilmek ilmek dokuyan bir yazarın, sonunda anlattığı insanlık durumlarının tanımına dönüşmesine şaşmamalı. “Selim İleri duyarlılığı ya da hüznü” dediğimizde, aslında bilenler ve tadına varanlar için bir şifre söylemiş oluruz. Kapı ardına kadar açılır.
Selim İleri’nin son romanı Hepsi Alev de kapı ardına kadar açıldığında bizi içine çekiveren ve böylesi bir duyarlığın ve hüznün mührünü taşıyan bir eser. Bizans imparatoriçesi İrene’nin sürgün günlerine ve geri dönüşlerle tüm yaşamına bizzat kendi sesinden ortak olduğumuz bu tarihi roman, resmi tarihin kayıtlarından bir hayli farklı. Hatta denilelebilir ki İrene, kendisini kayda geçen tarihçi Gregoras’tan İleri’nin kalemi aracılığıyla dile gelip hesap soruyor. Biz ise avucumuzun içinde tuttuğumuz bu her dem taze yüreği nereye koyacağımızı şaşırarak çaresizce tanıklık ediyoruz çağları aşıp gelen bir feryada.
Nice zaman susmuşların isyanıyla haykırıyor öyküsünü bize İmparatoriçe İrene. Tutkulu bir Hıristiyan ve sanatsever olarak “ikona kırıcı” dönemde ikonaların varlığı ve dolyasıyla aslında sanatın vazgeçilmezliği için mücadele eden bu öncü kadın, yazarının üzerine tuttuğu özgün ışıkla 800’lerde geçen öyküsünü bugünümüzün tam ortasına taşıyor. Bir yandan edebiyatın, gayrıresmi tarih anlatısı olma yönüyle şaşkına dönerken diğer yandan İrene’nin kişiliğinde, tarihi bir roman kahramanından öte idealleri ve zaafları arasında bocalayan insanın tanıdık hikâyesini, yüreğe çentik atan bir çarpıcılıkta karşımızda buluveriyoruz.
Varlığını ve hayatın anlamını ikona ile simgeleşen sanatta bulan İrene, sürgün gönderildiği adada geçmişiyle hesaplaşırken önceliklerini ve bu uğurdaki tavizsiz mücedelesini paylaşır bizlerle: “Tapınaklarımızda bize hayatı ve ihtirası, arzuyu, kuvveti, sertliği, zaafı, gönlün kiplerini anlatmış elyazması eserler saklı. Okudum, pek çoğunu. Öz be öz inancımıza sadık kalmış din adamlarımızın yardımını gördüm. Günlerim okumakla geçti. Tutkuyu anlamak için okudum. Büyük yalnızlığıma okumak iyi geldi. Geriye kalanı anladım: Ülküydü. Başkaları olmadan, aşk ve sevgi olmadan yaşamayı öğrendim” Varlığını, ikonalarla özdeşleşen sanata adayan İrene, “Yüksek sanat hayata çığlığımdı” der ve önyargılara karşı savaşını çaresizlik olmayan bir kabullenişle sergiler: “Doğu ve Batı birleşseydi, belki insanın insana zulmü sona erebilirdi. İkonaların, sanatın... yüksek sanatın şimdilik gerçekleştiremeyeceğini, belki bu birleşme, bu kardeşlik... Son umudumdu. Doğu’yu Doğu’ya, Batı’yı Batı’ya bırakıyorum, düşmanlıkları bilendikçe bilensin.”
Sanatın hele de edebiyatın iflah olmaz sevdalısı Selim İleri, İrene’ye böyle dedirtirken çocukluğundan başlayarak farklı semtlerde, nice ayrıntıda izini sürdüğü bir kenti anlattığı İstanbul Seni Unutmadım başlıklı kitabında kendi okuma büyüsünü de İrene’nin coşkusuna soydaş bir coşkuyla paylaşır: “Yine yaz mevsimidir, kitaplarla en haşır neşir olduğum yıllar, ilkgençliğim. Reşat Nuri’nin romanları için sızılı bir mutlulukla dolp taştığımı hatırlıyorum. Elimde Akşamgüneşi, Dudaktan Kalbe, Yaprak Dökümü. Bir daha niye olmadı? Bir daha niye o anlamlı okumaları yaşayamadım? Şimdi yeniden okusam on üç-on dört yaşlarımın yaz günlerine geri dönebilir miyim?..”
Kendisini sorgulamaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş bir yazarın kaleminden bizim her yaşta farklı okumalara götürücek kitaplar çıkar elbette sonunda. Kamelyasız Kadınlarda, Namık Kemal’in, Samipaşazade Sezai’nin ve Halid Ziya Uşaklıgil’in eserlerinde kadına yaklaşımı, toplum karşısında birey olma mücadelesini paylaşan İleri, kendi yaratım süreci için koyduğu yüksek çıtada bizlere sesleniverir: “Her şeyden dönüp yazdıklarıma sığındığım günler, yıllar, uzun yıllar. Bir öykü yazıyorum! Bir roman yazıyorum! Benden mutlusu yok. Uzun yıllar... Bir anlamı var mıydı o yazdıklarımın? Uzun yıllar geride kaldıkça böyle sorar oldum. Dün kime yazmıştım, bugün kimin için yazıyorum? Yazdıklarım başkalarına anlam götürdü mü?”
Yüreğimden İrene’ninkine benzer bir çığlık yükselir her seferinde: Evet, evet, evet...


ada dergisi 9. sayıda yer almıştır.

18 Ekim 2010 Pazartesi

KADİFE-Yavuz Türk

KADİFE

Anneme sarıldığımdan beri
Bütün çocuklar kaçar oldu benden
Çocukken bir kadife pantolonum vardı
Şiirdeki anne bu yüzden

Babam beni çok severdi oysa
Taşırdı ağzında bir yokuşu
Ağzımdaki sövgü bu yüzden
Öfkeydi benim babam, unuttum

Bir kadın evimize kumaş taşırdı,
Dokundum kadifeye, belki tene
Aşk da bir öfkeydi, onun teninde
Bir kadın duygusuydu bu, unuttum

Bir gün şairsin dediler,
soyundum, yağmura çıktım
elimi yağmurda yıkadıktan sonra
Şairler kadife giyerler, unuttum


Yavuz Türk

ada dergisi 10.sayıda yer almıştır.

15 Ekim 2010 Cuma

Sina Akyol Trabzonlu okurlarıyla buluşuyor..

Sina Akyol Pazar günü Trabzon’da okurlarıyla buluşuyor…



Ada Dergisi bu kez Trabzonlu okurlar için Şair Sina Akyol’u konuk ediyor. 17 Ekim Pazar günü Ra Kitap Cafe’de okurlarıyla buluşacak olan şair, katılımcıların sorularını yanıtlayacak. Sina Akyol şiirlerinden örnekler seslendirecek ve kitaplarını da imzalayacak.

Ada dergisi’nin etkinliğini 15:00-18:00 saatleri arasında Ra Kitap&Cafe’de gerçekleştirilecek.

İlk şiiri “Ölmek” 1967’de, Konya’da Çağrı dergisinde yayımlandı. Şiirleri, yazıları ve yazarla yapılan söyleşiler Ada, Adam Sanat, Akatalpa, Heves, İle, İnsan, Kitap-lık, Meltem, Sincan İstasyonu, Sombahar, Sonsuzluk ve Bir Gün, Şiir Atı, Şiir Odası, Şiir-lik, Varlık, Yasakmeyve, Yazko Edebiyat, Yeni Biçem vb. gibi dergilerde yayımlandı.

Ödülleri: “Ayda Tümör İzleri” ile 1995 Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü, “Meğer Söz Gümüş” ile 1996 Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü (Yayımlanmamış dosya, Aydın Afacan’ın Itır ve Güneş isimli dosyası ile paylaştı), 1997 Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü (Mehmet Mümtaz Tuzcu’nun Sevda Adıyla isimli kitabıyla paylaştı), “Avluda” ve “Meğer Söz Gümüş” ile 1997 Altın Portakal Şiir İkincilik Ödülü’nü, “İkindi Kitabı” ile 2000 Behçet Necatigil Ödülü’nü kazandı.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Zaman-Can Bahadır Yüce

yazın ilk sesi yalnız ben
külden bir denizin doğma vakitleri
acısız, kınsız, başlamak için
tek çizgide ruhun gelgitleri


benim de bir yalnızlık çağım
Zaman – kuşlardan sade
peşlerinden sonsuza bakarak
imrendiğim suların
yarım ay gibi üstünde


arkamda kent ölüleri
korusam, dünya ister ruhumu
her adımda yenilgi--
hayat böyle olsun mu

Can Bahadır Yüce, ada dergisi 7'de yer almıştır.

Maria Sophie'nin Varlığı Ya da Yokluğu Üzerine-Serkan Ozan Özağaç

Marie sophie’nin varlığı…
Ya da yokluğu üzerine



XI

Seni yitiriyorum burada
Nasıl yayılırsa tene “ yitirmek “


İşte öyle – ah, ağırlaşan yıldızların
Alıkoyduğu sevgili!
Şimdi yaklaştığım zaman’da
Yer değiştiriyor kalbim
Bazı akşamların kumuyla


Oradasın
İyiyi seçen ihtiyar kanından
Yavaşça dağılıyor yeni saate
Cehenneme olan uzaklığın


Siliniyor gözlerinden kirli uyku



Ama dur, söyle;
Hangi kutsal sözle iyileştireceğim
Seni tanımış o uçurumu?



Seni yitiriyorum burada
Yaşaman için lazım olan kitabın
Aslında mezarın olduğunu
Unuttuğum bir dünyada!




Serkan Ozan Özağaç


Ada 7, yaz

15 Eylül 2010 Çarşamba

ada dergisi iletişim

Trabzon'da çıkan bir edebiyat dergisi. Serkan Türk, Arzu Alkan ve Ayşe Keskin gibi isimler tarafından çıkarılıyor.

ADA üç aylık edebiyat-kültür dergisi

Sahibi ve Yayın Yönetmeni: Serkan Türk

Yayın Danışmanları:
Arzu Alkan, Ercan Yılmaz ve Ayşe Keskin

Bilgi İçin: 0 505 496 94 93
e-posta: serkanturk61@gmail.com
Yazışma adresi: PK. 203 Trabzon
Ada Dergisine Yıllık abone olmak için Serkan Türk adına
6240215 posta çeki hesabına 40 YTL yatırılarak
adresinizi posta ya da mail yoluyla bildirmeniz
yeterlidir.

2 Eylül 2010 Perşembe

Fatma Esti-Kazazede

KAZAZEDE

İlk Söz

“elma” dersem korkuyorum Havva incinir diye
geceyi katlayan kadim utançlar üretilir
dilsiz solistini bir türlü azad etmez koro şefi
“elma” dersem elmaya saplanır çivisi dünyanın
dehşetli bir arena komedyası yaşanır
ispanya dâhil her yerde

ellerini saklar “ellerinden belli olan kadınlar”
yüzlerinden okunmayan hayat sırıtır derinlerinde
nerde karışmıştır adımları bilinmez
kadınlar ki kalpleri daraldıkça genişler dünya
vardır hepsinin bir kazası durmadan kımıldayan
kanatır durur kalplerini sessizce

Ara Söz

eskiden ben de bakardım aynalara
günde kaç kere
kitaplara geçmemişti yüzüm /severdim
duru sularla girerdim geceye
delişmen uykuları dağıtırdı örgülerim
eskiden aynalara bakarken gülümserdim

göğü didikleyen bu mevsimi ben çağırmadım
çağırdıysa her kim benim adıma
/sahibine dönermiş her beddua/
desem ki bencileyin ram olsun acıya

keskin dönüşlerle böldüğüm hayat
hangi hediyeyi sunduysa bana
hepsi şüpheli
pamuk prensesin elması kadar
o gün bu gündür dilimde zehir
uğultulu bir kalabalık kanımda
nice fırtınalar kopar da kadında
suskun bir silueti tutuklar dünya







Asıl Söz

“göğe bakma durağı”nda kıvranır bir kuş
ne kadar acı varsa ezberlediği
ve ne kadar ilaç varsa kadim kadınlardan kalan
yetmez diriltmeye kanatlarını
gülün kırmızı bedduası peşinde
tekinsiz coğrafyalardır tek bildiği

gecenin tezgâhında çatlayan nar
kaç dişini biler hayata karşı / bilmez hayat
fütursuz rüyalarını salgılar dünya
kadınlar katladıkça düzleşen dünya
katlanmış kadınlar bırakır sabaha

ah! kimi şenlendirir ki çöle sızmayan yağmur
en çok ıslanır / kurur bir avuç toprak
diliyle dudaklarını yoklamış gibi
acı insancıldır yerleştikçe sever bedenini
bu mevsimde herkesi kurutur yağmur
türkü söylemenin de geçip gider yaşı
aşk her zaman unutulur aşk her zaman unutulur

nehirlerin emdiği topraklarda
yağmur duasına çıkar ağaç kökleri
oysa bir kadın yeter yeşertmeye bir ormanı
nasıl ki tek başına yakarsa şeytanı
kazazede kadınların dilsiz “ah”ları

göğe bakılan her durak iyidir
umudun sarkacında med-cezirli yolcular
“gelecek güzel olacak” diye avunur biraz
bazıları kırılan yanlarını onarır
ne varsa durakları yoklayan koca gövdeleriyle
sıcak nefesli bir şifacı sanılır

ve hayat… balta girmemiş orman
palazlanır budandıkça
yeni yolcular ister
ister ki tükenmesin gırtlağındaki kahkaha
otlardan mürekkep merhemini
sunar yarasına aldırmayanlara








Son Söz

dehlizlerine adadığım onca zamandan sonra
beni sağaltacak sır düştüyse payıma
minnetimi sana sunacak değilim
ne de pejmürde masallarına
ey hayat
bir avuç suda boğardım seni
yakalanmasaydım
bir bardak suda kopardığın fırtınaya

Fatma Esti

ada dergisi 10.sayısında yer almıştır.

EL TRAJE DE LA INFELICIDAD

elimde mutsuzluğun mağrur kaftanı
hiç olmadığım bir yerden geliyorum
karşımda öylece duruyorsunuz

ve ölümün o kusursuzluğundan habersiz
saçılıyor eteklerime incileriniz

kimseyle konuşmaya niyetim yok
çünkü ben hep haklıyım
çünkü güneşi perdeleyen ay kadar yakışıklıyım!

yalın kılıç gözlerim kınsız
bir bir tutunuyorsunuz saçlarıma
saçlarım sonsuz

denizkızları oturmuş bir köşede
şarkı söylüyorlar bana

ne olur bir an için bilseydim
bir gecenin yalnızca bir gece olduğunu
bir rüyânın yalnızca bir rüyâ

Ağustos 2007
Ali Çivril

ada dergisi 10. sayıda yer almıştır.

Çiğdem Sezer-Kiracı

Çiğdem Sezer


KİRACI

denkleri toparla, koli yapıştırıcı
dikiş tutmuyor hayat, bu kaçıncı
yanıldık ve yaşadık bir daha bir
uzun koridorlar sıkışık akşamüzerleri
yük taşıyıcılar geldi büyük ayaklarıyla
ve ip tavan kiriş
bu üzümü kim ezmiş
lekesi canımızda el değmemiş hatıra

baktım mı bu pencereden gördüm mü
bu koltuk bu masa bu örtü
kirli mi kirli çektik üstümüze çer çöp
kiracıyız dedik ne olsa, bir süpüren bulunur

halep işi bir fincan avcumda dön dön dur
kalbim kiremitlere düşmüş çürük diş
fincanda bir çocuk azı dişleri sökülmüş
halep’ten geçtim mi, esmerliğim kendime
aynanın ardındayım beni ilk o üzmüş

taşındık onca hay huy develer boynu bükük
güneş kızgın bir Allah baba canımızı yakıyor
suçiçeği diyorum bunlar, kaşınıyor, bunca kabuk
güneşin altında yaralarım azıyor


etten duvarlarım var kemikten pencereler
yüksek eşik su geçirmez troid ve akciğer
bunca taşınmazı kalbime kim pompalıyor

kiracıyım diyorum kırık dökük eşya deposu
boşluklara bir tek sözcük sığmıyor
bu yabancılık dünyaya yeter
kimse adını doğru söyleyemiyor



çocuktum ufacıktım top patladı acıdım
buldum canımda bir geyik boynuzuna saplandım
şimdi boynuz hangimiz, kim kimin yarasına
taşıdım da onca yıl, bir dönüp bakamadım



imdadım yok avazım kendime
kiminin odası dar gecesi karanlık
kiminde bir kapı vur vur açılmaz
onda bir çatı güneş geçirmez
şunda bir duvar, çivi işlemez
az gittik uz gittik de dere tepe
deniz gören bir ev edinemedik


do re mi do re mi
mandolin sesi kolilere sığmıyor
kireç emiyor kadın bunca kemik erimesi

dünya saat yönünde dönmeye devam ediyor




ada dergisi 9.sayıda yer almıştır.

10 yazar şair Selim İleri'ye soruyor

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Selim İleri; hem öykü okurlarının hem de roman okurlarının sevdiği bir yazar. Ama Türk okuyucusunun biraz kıskanç olduğunu düşünüyorum. Öykü okurları sevdikleri yazarın daha çok öykü yazmasını istiyor. Roman okurları da daha çok roman. Bu manada Selim İleri öykü okurlarının ilgisinden mi daha memnun roman okurlarının ilgisinden mi? Öykü okurlarının iyi bir şiir okuru olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Bir öyküyü unutmayana rastlamak mümkün de, unutamadığı roman ile yaşayan bir okura rastlamak pek mümkün olmuyor gibi. Bu manada yazar hem öykünün hem de romanın coğrafyasında gezinirken uzaklaştıklarına ve yaklaştıklarına dair neler hisseder?

S. İleri: Diyebilirim ki, romanla yetiştim, romanla beslendim. Beni öykü yazmaya yönlendiren biraz koşullar, biraz Vedat Günyol oldu. sonra Yeni Dergi yıllarında, Memet Fuat’ın öyküsü şiirden hemen sonraya koyması, romanı biraz hantal bulması da etkiledi. Dostlukların Son Günü’ndeki öyküler, o dönemlerin verimleri. Ama hiçbir zaman romandan kopmadım. Çok severim roman okumayı. Galiba yazmayı da. Bugün, romanın şiirden uzak olduğunu düşünmüyorum artık. Her türün kendince değeri ve anlamı var. Genelde, edebiyat çevreleri öykülerin üzerinde durdu; okurlar da romanları yalnız bırakmadı. Öylece bir kırk yıl geçti. Hissettiğim gibi yazmaya çalıştım. İlle roman, ille öykü değil. Kendiliğinden çıkagelir: Bu roman, bu da öykü…

Ayşe Sarısayın: Yazarlar, bir yapıtın tamamlanıp yayınevine teslim edildiği an'ın, bir tükenmişlik duygusu yarattığını söylerler genellikle. Sizin için de böyle midir, yoksa 'kurtulma'nın, zihninizde yeni bir konuya yer açmanın sevinci mi baskın çıkar? Bir yapıtın yaratım süreci devam ederken, paralelinde yeni bir yapıtın oluşumunu da yaşadığınız olur mu?

S. İleri: Hiç düşünmemiştim, sevinmeyi! Biten her yapıt, bende, tükenmişlik değil, fakat bir ayrılıktır. Hayatımın her yerinde karşıma çıkan ayrılık, bu kez de yakama yapışır. Birden boşluk başlar, birden artık geri dönemeyeceğim, ona yeniden kavuşamayacağım sancısı. Ayrılıklar, ‘kurtulmak’ da olabilir mi? Kim bilir… Aklıma soktunuz, bir sevinç bile duydum. Yenisine başlamak… Bununla birlikte, her ‘yeni’ beni korkutur. Yeniden yazmaya başlarken, bir düşmanla boğuşuyorum galiba. İkimiz birbirimize alışıncaya kadar epey zaman geçiyor.
Bir yazış etrafında debelenirken, bir ikincisini düşlediğim oldu. Ama Balzac gibi iki üç masam hiçbir zaman olmadı, birinden kalkıp ötekine oturayım…

Serkan Türk: Kitaplarında ağırlıklı olarak yer alan karakterlerin dışında bir sayfada görünüp diğer bir sayfada kaybolan karakterlere daha büyük sorumluluklar verdiğini düşünüyorum. Bu tür bir ara karakter sonraki süreçte daha büyük bölümlerde yazılmalı diye düşündünüz mü?

S. İleri: Evet, bu söylediğiniz, bu öneriniz başıma geldi. Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’ı, Gramofon Hâlâ Çalıyor’u yazarken, Cemil Şevket Bey’in başlı başına bir roman kişisi olabileceğini aklımın ucundan geçmiyordu. Sonra, Cemil Şevket Bey’in romanında belirip yiten, yitip beliren Solmaz Hanım da kendi romanını yazdırttı.
Hem, yalnız kendi yazdıklarımdan değil. Ne kadar çok isterdim, Kiralık Konak’taki Nuriye ve Neyyire kardeşleri uzun uzadıya yazmayı; Eylül’de Süreyya’nın kötücül kızkardeşini; Vişne Bahçesi’nde zaten gizli bir başrol olan First için tek kişilik bir oyun yazmayı…


Sadık Yalsızuçanlar: Kerime Nadir, Muazzez Tahsin vb. yazarların geleneğine duyduğunuz ilginin nedeni nedir? O damarın bugün sürdüğünü düşünüyor musunuz? O 'dil' ve duyarlık hangi toplumsal koşullardan besleniyor veya hangi koşullara tekabül ediyordu?

S. İleri: Hayır, o damar bugün sürmüyor. O yazarları savunmak bir yerden sonra boynumun borcu oldu. ilk okumaların heyecanının o yazarlar aşılamıştı, biraz da tarihî romanlar, meselâ M. Turhan Tan’ınkiler. Mutlu zamanlardı. Oysa edebiyat tarihlerimiz bu soydan eserleri ve yazarlarını ya küçümsemiş, ya yok saymış. Yüz binlerce okur! Hele o günlerin nüfusu düşünülürse. Edebiyat tarihi önemsememiş. Bunda bir yanlışlık, yanılma olduğunu düşündüm. Kurcaladım. Sonra, Doğan Kitap Kerime Nadir’i, Muazzez Tahsin’i, Etem İzzet Benice’yi bugünün okuruyla buluşturmak istemiş. Beni aradılar. O gelenek böylece bir kez daha karşıma çıktı.
Dilin ve duyarlığın handiyse noktalandığını, bugünün okurunun ilgisizliğine, dayanarak söylüyorum. Kerime Nadir’in bir iki romanı- ki, efsaneleşmiş romanlar-dışında, kitapların satışları ölgün kaldı. Kerime Nadir, Romancının Dünyası’nda, kendileriyle birlikte bir çağın sona erdiğini zaten vurgulamış. Bu romanlar çokluk İstanbul’da geçer, köşklü, yalılı, bahçelik İstanbul’da. Çevre ve mimari değişmiş. Aşkın erişilmezliği bir anlamda kaybolmuş; en azından bugünün roman okurları için. Dilde alafrangalık sönmüş; meselâ Muazzez Tahsin Hanım, bir demet “viyolet”der… Özetle bu romanlar, bu gelenek zamana dair belgeler arasına karışmış.

Tekin Gönenç: "Selim İleri'de beğenmediğiniz üç (3) şey nedir?"

S.İleri: a) Birden kapıldığım yersiz öfkeler; b) Yalnızlığın benim için ne kadar değerli olduğunu uzun yıllar kavrayamamış olmam; c) Yaz sonunda deniz yöresine, sayfiyeye gidip, güzü, kışı orada geçirmeyi o kadar isteyip de bir türlü becerememem…

Karin Karakaşlı: Selim İleri'ye yaratım sürecinin doğasına ilişkin bir soru yöneltmek isterdim. Ağırlık noktası sürekli düşünen beyinde mi, yoksa bir aşamada hiç açıklanamayan bir başka gücün devreye girdiği olur mu? Yaratım sürecini en iyi hangi sözler tanımlar?

S.İleri: Hiç açıklanmayan başka güce, sanattaki metafiziğe daima inandım. Maria Callas, eser aynıydı, orkestra aynıydı, sahne aynıydı, Işık, dekor, kostüm, her şey aynıydı, ama ben her gece aynı olamıyordum diyor; buna benzer bir söz. Bazı gece yorumundan, sesinden mutlu; çoğu kez mutsuz. Yazarken de tıpatıp öyle. Adlandıramadığınız bir gücün yardım eli uzanır size. Su gibi akıp gider. Kimileyin de, yazacağınız her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmenize rağmen, kupkuru, iskelet şeyler yazarsınız.
Yaratım süreci, her defasında, ‘olmadı’ endişesiyle kavrulmak, bence…


Nihat Ziyalan: Edebiyat Nobel Ödülü adaylarımdan birisiniz. Yirmiye yakin birbirinden güzel kitaplarınızı okudum. Fakat yapıtlarınızdaki kahramanlarda gezinen Selim İleri; yalnız ve kırık kalpli. Sonuna dek bu hep böyle mi sürecek? Niçin?

S.İleri: Sevgili Nihat Ziyalan, sizinle birlikte, Cemal Süreya’lı, Muzaffer Buyrukçu’lu o güzel günler geldi aklıma. Sonra bir gece, Çiçek Pasajı’nın girişindeki karşılaşmamız… Kırkıncı yılında, bana, ta uzaklardan gönderdiğiniz bir saksı afrikamenekşesi…
Galiba sonuna dek sürecek. Bir yerden sonra kuşandığım şeyler de olabilir. Yalnızlık ve kalbin kırıklığı. Rüzgâr ekmiştim, fırtına biçtirdiler… dersem herhalde çok ayıp olur. Yıllarca beni bırakmayan, yazdıklarıma hak etmediği değerleri tanımış kişilere elbette gönül borcu duyuyorum.

Ömer Erdem: Yazmak mümkün mü?
S.İleri: Hayır, değil. Yazdığını sanmak, belki o.


Ayşe Keskin: “Her roman aslında bir otobiyografidir.” Malraux' un bir sözünün sizi etkilediğini okumuştum bir yerlerde. Bu rotadan yola çıkacak olursak, pek çok kitabına ruh veren bir yazar olarak en “ben”im dediğiniz kitabınız hangisi. Yazar olarak her bir kitapta okuyucuya farklı bir Selim İleriyi yakalatmak sizi ne kadar yorar ne kadar mutlu eder ne kadar üzer…
Yazar, insanı en çok da kendini anlatırken, bilinçli ya da bilinçsiz “ben”ini bir sanat eseri olarak gösterme amacını da güder mi?

S. İleri: Herhalde hâlâ hiçbiri. Bir Denizin Eteklerinde, Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı olacak, Yarın Yapayalnız, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum. Kendime en yakın hissettiklerim. Yirmi sekiz yıl önce Cehennem Kraliçesi’nin “Eprimek” bölümündeki Mehmet’i de severek çoşarak yazdığımı hatırlıyorum. Bir de, dünyanın çirkinliğine karşı içimdeki nefreti Hepsi Alev’de dile getirmeye çalıştım…
Her yeni yazıda çizide “farklı bir Selim” olmayı, yakalatmayı epeydir düşünmüyorum. Hep aynı Selim… bu, daha ‘içten’ geliyor bana. André Malraux’nun sözünü o yüzden çok seviyorum.
Kendi benini değil de, yazdığı kişiyi “sanat eseri olarak gösterme amacı” gütmeli. Kendimizden, kendi ‘ben’imizden yola çıksak bile, sanatın, edebiyatın bütünüyle kendine özgü gerçekliğiyle hareket edebiliyoruz.



Serkan Ozan Özağaç: “öykü ya da roman yazmak sizi varolmaktan kurtarıyor mu?"
S.İleri: Evet. Bazen. Bir akşam vakti, yazı masasında, birkaç paragrafta. Çok ender…



ada dergisi 9. sayıda yer almıştır.

Kaan Koç-Sara

Sara

sen yine de söyleme ama sevgilim
ne taş yüreklidir şairler, bilirim
tüm bencilliğiyle kaskatı duran bir heykelin
yükünü sırtlayıp geçerler zamandan buz gibi

suya bulut dersek ne çıkar yok mu göğün de bir
kaldırma kuvveti, yok mu yıkanmış bir çocuğun karnında
hiç ölmeyecek annesinin iskeleti
ve limanlar dolusu küvetlerle sırsıklam
bir aşka koşup bir aşka koşmanın sevinci

sen ki, yaşamdan sonra gelen bir ayraçtın ölüm defterimde
yazarken her gün eriyen yüzleri karşımda; biri neşeli
biri hüzünlü ve kan revan içinde, başkası tükürüp durur yere
hüseynî bir şiir dizesinde; "dölüm düşmüş sokağa"
diye vurur kendini senden bir parça bulsa başka yüzlere!

bil ama anlatma kimseye
güzel seviştik senle daha da sevişiriz
fesleğenlerini sularım iç sularımla
oysa bak ben bir çocuğum hala;
gözüm tuttuğum ipin başka uçurumlarında

...

çok kez sigara bastım diye yüreğime
öp beni bir taşı nasıl öpersen öyle,
tozlu ve sert, pis ve cilasız yüzüme daya
dudaklarını ve bırakıver göğsüme bir damla kanı

"kalbim kırıldı bebeğim" diyebilmek içindir sevgilim
dünyadaki bunca acı!


Kaan Koç


ada dergisi 10.sayıda yer almıştır.

Ferit Edgü söyleşisi ada dergisi 10.sayı

FERİT EDGÜ İLE SANAT, EDEBİYAT VE DİL ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

Dr. Mutlu DEVECİ*

“Ey Türk Gençliği,

Birinci görevin, Türk dilinin bağımsızlığını, özünü, sonsuza dek korumak ve yapıtlarında savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin tek temeli budur.
Bu temel, senin en değerli hazinendir.
Bugün ya da yarın seni bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek kişiler çıkacaktır.
Bir gün, ana dilini savunmak zorunda kalırsan, içinde bulunduğun koşulları, karşısında bulunduğun kurumları düşünmeyeceksin. Çünkü, dilsiz bir ulus olamaz ve ana dilini korumayı bilmeyenler, ulusal bütünlüklerini koruyamazlar.
Senin öz dilini, bilerek, bilmeyerek, yozlaştırmak, yok etmek, yabancı dillerin boyunduruğu altına almak isteyen bilinçli, bilinçsiz ya da bilgisiz kişiler çıkabilir. Bu amaçlarını gizlice ya da açıkça gerçekleştirmek isteyebilirler. Bu kişiler, Türk basınına, devletin radyo ve televizyon kurumlarına sızmış olabilirler.
Ey bugünün ve geleceğin Türk yazarı, şairi, düşünürü! İçinde bulunduğun koşullar ne olursa olsun, senin görevin, Türkçe yazmak, ana dilini savunmak ve bu alanda ödün vermemektir.
Bu yolda gerekli gücü, ana dilinin zenginliğinde ve onun bin yılı aşan tarihinde bulacaksın.”
FERİT EDGÜ

***
Mutlu DEVECİ: Edebiyatla tanışmanız nasıl ve ne zaman gerçekleşti? İlk etki kaynaklarınızdan bahseder misiniz?
Ferit EDGÜ: Sanat alanın merkezi durumunda olan bir kentte/ İstanbul’da yaşamanın verdiği kolaylıklarla çok erken yaşlarda okumaya ve yazmaya başladım. Sanat çevrelerine de böylece girmiş oldum. Örneğin, Sait Faik’i tanıdığımda lisede öğrenciydim. Attila İlhan’ı, Salah Birsel’i, hemen ardından Melih Cevdet’i daha sonraları benim ilk yazılarımı yayınlayacak olan Vedat Günyol’u, lise öğrencilik yıllarımda tanıdım.
Bütün bu kişilerin arasında beni en çok etkileyen Sait Faik olmuştur. Bunu birçok kez dile getirdim. Bir daha dile getirmiş olayım: Biz 1950 kuşağının, özellikle öykücülerinin, Sait Faik’ten geldiğimize inanırım. Dostoyevski’nin o ünlü sözü: “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz.” Biz de kanımca, Sait Faik’den geliyoruz. Neden? Çünkü biz genç yazarlar yazmaya başlarken gereksinimini duyduğumuz yenilik tohumlarını Sait Faik’te bulduk. Neydi bu yenilik tohumları? O estetikle etiği birbirinden ayırmayan bir sanat anlayışı. Ne toplumu, toplumsalı; ne bireyi ve bireyseli göz ardı etti öykülerinde. Böylece ilk kez, toplum ve birey, düş ve gerçek, onun öykülerinde bir araya geldi. Özellikle ölümünden bir ay önce yayımlanan "Alemdağ’da Var Bir Yılan" kitabında bunun en güzel örneklerini verdi. Ama Sait Faik’in dışında okuduğum yazarların yerli-yabancı, birçoğundan etkilenmiş olmalıyım.
M.D.- "Yazın yaşamı"nıza ne zaman başladınız, ilk çalışmalarınızda ön plana çıkan tür(ler) daha çok hangileriydi?
F.E.- Ben de, herkes gibi şiirle başladım. İlk şiirim 1952 yılında Kaynak Dergisi’nde yayımlandı. Demek 16 yaşındaydım. Sonra yanılmıyorsam Dinar’da Nedret Gürcan’ın yayımladığı Şairler Yaprağı’nda, bir-iki şiirim yayınlanmış olsa gerektir. Ama edebiyat sahnesine –eğer böyle bir sahne varsa- girişim Vedat Günyol’la tanıştıktan ve Yeni Ufuklar’da yazmaya başlamamla olmuştur. Yıl 1954. O sıralar, dönemin büyük gazetesi, Ahmet Emin Yalman’ın Vatan, Pazar günleri bir sanat sayfası yayımlamaya başladı. Büyük kitlelere ilk kez, resim, sinema, şiir ve öykü dalında hem bilgi hem örnekler veriyordu. Bu sayfada öykülerim yayımlandı. Daha sonra henüz Akademi’de öğrenci değilken, görsel sanatlara duyduğu ilgi dolayısıyla o dönemin İstanbul’unun tek sanat galerisi olan Maya’da açılan sergilerdeki ressamlarla konuşmalar yaptım Vatan için.
Genç yazarlar -bütün dünyada öyle olmuştur- er geç bir yerlerde buluşurlar. Sanırlar ki aynı yolda gidiyorlardır. Oysa, gideni vardır, gitmeyeni vardır. Önemi yok. Önemli olan, onların genç oluşu ve yeni bir şeyler “söylemek” istemeleridir.
Ben, ilkin Demir Özlü’yle tanıştım. Demek ki yakında 60. yılı olacak dostluğumuzun. Yeni Ufuklar’da yazmaya başladıktan sonra Orhan Duru’yla tanıştım. O, Ankara Veteriner Fakültesi’nde okuyordu. Sonra Ankara’daki genç şair ve yazarlar bizimle ilişkiye geçti. Kim vardı bunların arasında? En gençleri Güner Sümer’di. En militanları Ahmet Oktay’dı. En savaşkanı Yılmaz Guruda’ydı. En derli toplusu Özdemir Nutku’ydu, o sırada şiir yazardı. Şu anda adlarını unutmuş olduğum başkaları da vardı. Onlardan ilk tanıştığım Ahmet Oktay’dı. Ankara’dakiler, onu bir tür elçi olarak göndermişlerdi. Sonra diğerleriyle bir araya geldik ve Ankara’da bizim kuşağın ilk dergisi Mavi yayımlanmaya başladı. Bizim kuşağımızdan olmayan bir tek Attilâ İlhan vardı o dergide. O, bu gençlik hareketinin kaptanı olmak istedi, çünkü kendine göre haritayı ve pusulayı en iyi okuyan oydu, diğer gençler olsa olsa miço ya da tayfaydı.
Mavi’nin ömrü çok uzun sürmedi. Zaten, dergi de, Demokrat Parti’nin iktidara doğru gitmekte olduğu günlerin etkisiyle Ankara’daki arkadaşlardan bazılarını korkuttu. Dergi bocaladı, sonra da kapandı. Ben ve arkadaşlarım da böylece özgürlüğümüze kavuştuk.
M.D.- Anlatıma dayalı bir tür olarak ilk öykünüz nerede ve ne zaman yayımlandı? İlk şiir, ilk öykü ve giderek ilk romanınızda etkilendiğiniz kişiler veya akımlar nelerdir?
F.E.- Şiirden hemen sonra ilk öyküleri yayımlamaya başladım. Onlardan sadece birini, yanılmıyorsam, Av’da aldım; Yitik Gün, Vatan’da çıkan ilk öyküm odur. Ama ondan önce Yeni Ufuklar’da bir öyküm yayımlanmıştı.
Doğrusunu isterseniz, o yaştaki bir yazarın 16-17 yaşlarındaki bir yazarın neler bilebileceğini, eğer bir dahi değilse kestirmek zor değil. Benim bir talihim oldu. Yeniyetmelik dönemimde, yani 14-15 yaşlarımda piyasa romanlarıyla hiç karşılaşmadım. Hiç okumadım, bilmediğim için de merak etmedim. Kimi zaman rastlantılar, insanın yaşamında belirleyici olur; bu benim yaşadığım rastlantı mıdır, bilemiyorum. Benden 6-7 yaş küçük bir yeğenimin yaş günü için ona bir kitap armağan etmek istedim. Bizim okulun karşısında bir kitapçı vardı, Beyoğlu’nda. Oraya girdim ve o ucuz kitaplardan birini (1 lira!) satın aldım. Çocukluk yıllarımda bana anlatılan Şahmeran adlı bir masal vardı. Çok severdim. Bir lira verip Şahmeran’ı aldım. Küçük bir kitap. Armağan vermeden önce bir okuyayım dedim. Okumaya başladım. Allah Allah, benim bildiğim Şahmeran’a hiç benzemiyor. Orada; adam, vapur, ada... bildiğim insanlar!. Benim de tanıdığım insanlardan söz ediyor kitap. O güne değin, hiç öyle bir öykü, okumamıştım. Kapağına baktım Şahmeran değil, Şahmerdan. Sait Faik adlı yazarın Şahmerdan’ı. O kitabı yeğenime vermedim. Kendime sakladım. O kitabın arkasında Varlık Yayınları"nda yayınlanmış başka kitapların listesi de vardı. Altında da bir not, bugünmüş gibi anımsıyorum. "10 liralık alışverişler, doğrudan doğruya yayınevimizden yapıldığında yüzde 25 indirim yapılır." Nerede bu? Varlık Yayınları? Cağaloğlu’nda.
İki gün sonra elimde listeden seçtiğim kitap adları, Yaşar Nabi Bey’in kapısındaydım. Kitapları gitti içerden getirdi. Sonra bana: “Size birde dergimizin son sayısını armağan ediyorum” dedi. Eli sıkı biriydi, ama anlaşılan o gün gönlünden kopmuş. Böylece Varlık"ın varlığından haberdar oldum. Bu arada Steinbeck, İstrati, Cahit Sıtkı, Orhan Veli’nin şiirlerine ulaştım. Ve tabii, sevgili Sait Faik’inkilere. Ne zaman elime para geçse o yüzde 25’ten yararlanmak için tramvaya atlar, Cağaloğlu’na gider, Yaşar Nabi’nin kapısını çalardım. Yıllar sonra Yaşar Nabi, “Sizin ilk kez yazıhaneden içeri girdiğiniz günü hatırlıyorum” demişti.
Bir kitap her zaman başka bir kitaba götürür insanı. Kimi zaman bir kitap ya da o kitabın sizi götürdüğü bir kitabın üzerinizde şok etkisi olur. Tanrı’ya şükür, bu tür çok şok yaşadım. Bunlardan ilki, bana, “Sen de yazabilirsin” duygusu veren Sait Faik’in öyküleriydi. Sonra daha şiddetli şoklar da yaşadım. Rimbaud, Lautréamont, Marquis de Sade Kafka…
Lise sıralarındayken çağdaş Türk edebiyatının büyük bir bölümünü okumuştum. Fazıl Hüsnü’leri, Cahit Sıtkı’ları, bugün hemen hemen hiç okunmayan o dönem yazarlarımızı, şairlerimizi, Ziya Osman Saba’ları, ilhan Tarus’ları, Memduh Şevket Esendal’ları… Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i, Melih Cevdet’i zaten tanıyordum. Tüm okuduklarımdan etkilendim. Bu etkiler, başta Sait Faik ve Kafka olmak üzere, yazdıklarımda açık ya da kapalı olarak belirir. Yurdışında kitaplarım yayımlandığında çıkan yazılarda yalnız, Almanya’da değil, Fransa’da, hattâ Japonya’da hep Kafka’nın adı geçiyor, ben de bundan mutluluk duyuyorum.
Şimdilerde, kaçıncı kez oldu bilmiyorum, Don Kişot’u yeniden okuyorum, yeniden keşfediyorum. Herhalde 13-14 yaşımda okumuştum. Bugün de büyük bir hayranlıkla hattâ şaşkınlıkla okuyorum. Gene çok büyük bir yazar olarak gördüğüm Gogol, gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olarak değerlendirdiğim Rabelais, sık sık kitaplarını açtığım yazarlardır. Çehov’da öyle. Onlardan da etkilenmiş olmalıyım. Yazdıklarımda değilse de, dünyaya, insanoğluna bakışımda vardır bu etkiler.
Yerli-yabancı, sayısız şairden, yazardan etkilendim. Rimbaud’dan, ama aynı zamanda Alfred Jarry’den. Eluard’dan, Breton’dan ama aynı zamanda Mallarmè’den, Hölderlin’den, Ristos’dan, Ahmatova’dan, Voznesenski’den, Henri Michaux’dan Seferis’ten… Saymakla bitmez.
M.D.- Size göre, sembol ve simge nedir? Bunları önemsiyor musunuz?
F.E.- Sembol ve simgenin karşılığı benim sözlüğümde aynı. Metafor, istiare deseniz daha kolay yanıt veririm size. Simge, okuyucunun kafasında oluşan bir şeydir. Yazarın kafasında değil. Eğer simgeci bir yazar değilseniz, ben değilim, bu nedenle de bir öykümdeki şu söz, şu imaj, şu kişi, şu hayvan neyin simgesidir, diye sorarsanız onun yanıtını bilemem. Gerçekten bilemem. Örneğin, Bir Gemide. O gemi, neyin simgesidir. Batmakta olan bir ülkenin mi? Peki, kaptanı Tanrı’nın simgesi mi? Yoksa bir başbakanınki mi? Yoksa bir diktatör mü söz konusu olan. Gerçekten bilmiyorum. Okuyucu onda bir simge görüyorsa, ben ona karşı çıkamam. Kendi bileceği iş.
Her sanat dalı, yalnız şiirin değil; bir imge sanatıdır. Sözcüklerle yazıyorum ama o sözcükler ister istemez, iyi-kötü bir imgeyi oluşturur. O imge, kimilerinin sandığı gibi büyük benzetmelerden yola çıkan, bir atmosfer, bir hava yaratmak isteyen, içinde simgeler barındıran bir şey değildir. Benim için Çehov’un bir öyküsündeki bir kişinin karın yağışına bakması bir simgedir, hattâ çok büyük bir simgedir. Sait Faik’in bir öyküsündeki, dülgerbalığının kayığın içinde can çekişmesi bence bir imgedir. Ben imgeyi bu kadar yalın ama, aynı oranda da çok zengin bir araç olarak görüyorum.
M.D.- Şiirlerinizde şekil ve muhtevaya önem veriyor musunuz? Sizce bu önemli midir?
F.E.- Çok önemlidir, ama ben bir şair olarak konuşamam. Genel olarak kendi şiirlerimden yola çıkarak değil de, şiirden yola çıkarak şunu söyleyebilirim, muhteva yani özle biçim iki ayrı şey değildir; biçim içeriği doğurur, diye yapılan tartışmalar, içi boş tartışmalardır. Biri olmadan diğeri olmaz; öz ve biçim birlikte doğarlar. Özü, içeriği, konusu öne çıkan şiirler vardır. Ben o tür şiirden bir şey anlamam. Yalnız şiir için söylemiyorum bunu, öykü de öyledir. Roman da öyledir. Ama şiir özellikle öyle.
M.D.- Dil ile söz ayrımı için ne dersiniz? Ayrıca, günlük dil ile şiir dili arasında fark olmalı mıdır?
F.E.- Şair, kamunun sözcüklerini kullanır. Ama öylesi bir imge yaratır ki o sözcükler kamunun malı olmaktan çıkar. Hattâ anlamları da sözlükteki anlamları olmaktan çıkar. Buna şairin sözü demek kanımca doğru olur. Bu, halk ozanı olan Karacaoğlan için de geçerlidir, Melih Cevdet için de.
Sokak Türkçesi, günlük dil, herkesin konuştuğu dille biz yapıtlarımızı kuramayız görüşüne karşıdır çağdaş Türk şiir dili ve modernitesi. Kimi zaman büyük yenilikler küçük bir ayrıntıdan doğar. O güne değin insanlar, “Ah! Onu görmüştüm” der, ama bunu bir şair, bir ressam ortaya koyduktan sonra diğerleri görür.
Orhan Veli ve arkadaşları bir devam olmak istemediler. Değişen dünya içerisinde Türkiye’nin de değişmesi gerektiğine ve değişeceğini öngördüler ve şiiri o anlamda Cemal Süreyya’nın deyişiyle “Demokratikleştirdiler.” Bence, bu bile onların büyük bir şair olduklarını gösterir.

M.D.- Roman türünde eser veren yazarlardan en çok beğendikleriniz kimlerdir?
F.E.- Gogol’ün Ölü Canlar gibi satirik hem de fantastik bir boyutu olan romanlar var. Kafka’nın yapıtı da. Günümüzün tüm Güney Amerika romanları. Ama onlardan önce, Flaubert, Stendhal, Balzac. Ve modernler, Joyce, Virginia Woolf, Faulkner, Beckett, Musil, Broch… Tümünü saymaya kalksam sayfalar dolar.
M.D.- İlk dönem yapıtlarınızla son dönem yapıtlarınız arasında konu, izlek, dil ve üslup açısından farklılık(lar) var mı? Örneğin, ilk öykülerinizle son dönem öyküleriniz arasında bu farklılıkları görmek olası mıdır?
F.E.- Devam adlı küçük kitabım yayınlanmıştı. Tomris Uyar dostuma gönderdim. Telefonda bana, "Bazı yazarlar vardır, ilk kalemi ellerine aldıklarında nasıl yazıyorlarsa, hep öyle yazarlar. Sen de onlardansın.” dedi. "Doğru" dedim. Ama acaba, benim için doğru mu? Hakkâri’den önce yazdıklarım, daha içe kapanık, daha bireyseldi. Hakkâri’de dünyayla ve başkalarıyla buluşma gerçekleşti. Bu tabii, yazdıklarıma da yansıdı.
M.D.- Anlatılarınızdaki olaylar ve kişiler gerçek hayattan gözlemledikleriniz mi, yoksa hayalî kişilerden mi oluşturduklarınız?
F.E.- Yazar gerçeği uydurur. Ama uydurduğu gerçektir. Bu şey, ancak onun uydurduğu ölçüde varolur ve yaşamaya devam eder. Size birkaç örnek vereyim. Yanılmıyorsam, Çığlık’ta yer alan öykülerden birinde, bitirilmediğini söylediğim birinde, öykünün kişisi bir kış günü çöp dökmeye gittiği deniz kenarında kayıkhaneye bir kadın cesedinin sürüklendiğini görür. Kimse görmesin diye kürekle onu denize doğru iteler. Bunu ben yaşadım. Aynen yaşadım ve aynen yazdım. Ama bunu uydursaydım bundan az gerçekçi olmazdı, anlatabiliyor muyum? Bir kişiden yola çıkarak bir şey yazıyorsam o insanın adını değiştiremiyorum. Ama o insan, o parçayı okuduğunda adından başka kendisiyle ilgili bir şeyler göremiyor.
M.D.- Anlatılarınızdaki izleksel tercihiniz nelerdir?
F.E.- İzlekler/ temler, sanıyorum, ortaktır. Nedir onlar? diye sorduğunuzda, insanların çaresizliği, insanların yalnızlığı, yaşamın saçmalığı, direnç arama isteği, uzlaşmama, arayış, çaresizlik ve başkaldırı, diyebilirim. Sanırım, oldukça zengin bir çeşitleme.
M.D.- Size göre, romanda sosyal gerçekçilik olmalı mı?
F.E.- Yazardan yazara değişir, ancak tariflerden hoşlanmayan ben, sosyal gerçekçilik dediğinizin de bir tanım gereği duyarım. Bana sorarsanız, benimkilerde yok, onunkilerde var. Sosyal gerçekçiliği bir okul olarak algılıyorsanız, “Benim tipim değil.”
M.D.- Size göre hayal nedir, gerçek nedir? Buna bağlı olarak sanat eserleri gerçekleri mi anlatmalı yoksa hayalleri mi?
F.E.- Bunu şöyle açıklayabilirim: Ben gerçeğin içindeki düşü ve düşün içindeki gerçeği aradım. Bize gerçek diye sunulanlar, önünde sonunda yazarın uydurduklarıdır. Ben özellikle romanlarımda görsel sanatlardan, sinemadan ve fotoğraftan yararlandım. Örneğin, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’nın birinci bölümü, tümüyle fotoğraflardan oluşmakta. Gerçeğin içindeki gerçeğe varmanın tek yolu kanımca düşten geçer.
M.D.- Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı yapıtınız, roman, uzun öykü ve romanesk olarak farklı görüşlerle anılmakta. Siz bu yapıtınızın türü ile ilgili olarak ne dersiniz?
F.E.- Ne öykü, ne roman. Türkçe'de karşılığı anlatı. Ama anlatıda, anlatmak var, dolayısıyla ben, bu yapıtım için bu sözcüğü pek uygun buladım. Roman değil de, romana yakın anlamında romansı dedim, ama tutmadı. Dilerseniz, küçük, kısa öykü gibi küçük roman diyelim.
M.D.- Yapıtlarınızdaki dil anlayışınız hakkında bilgi verebilir misiniz?
F.E.- Dil, hemen geçiştirilecek bir konu değil, özellikle bir Türk yazarı için. Bizim düzyazımız yoktu. Romanımız yoktu. Bu nedenle, ilk romancılarımız, daha sonraki denemecilerimizin, öykücülerimizin işleri zordu.
Ataç, öz Türkçe’nin önemini çok iyi vurguladı. Hepimize bunun çok doğru olduğunu, dili sevmemiz gerektiğini, dile dikkat etmemiz gerektiğini, dilimizin, bir yazar için biricik bir varlık olduğunu öğretti. O yaşarken, biz dil yanlışı yapmaktan korkardık, hemen okuyacak ve eleştirecek diye. Ama bu dil bilinci, Ataç ve bugünkü Türk Dil Kurumu'nun bizlere verdiği dil bilinci, kanımca, bir yazar için yeterli bir dil bilinci değildi. Neden? Çünkü, öz Türkçe yazmak, yalnızca öz Türkçe yazmak, bir yazarın amacı olamaz. Yazar kendi dilini, üslûbunu demiyorum, zaten üslûbunu kurmak zorunda, ama onun bir adım ötesi olan kendi dilini yaratmak durumundadır. İkincisi bu dilin olanaklarını çok iyi bilip onu zenginleştirmeye katkıda bulunması gerektir. Bu çok uzun bir süreçtir. Bütün dünya dilleri bunu yaşamıştır. Batı dilleri, Latince’den, Grekçeden geliyordu ve ulusal bir dil kurmak istiyorlardı. Türkçemiz ise işgal altında bir dildi. Birincisi, biz onu bir işgalden kurtarmak istedik. İkincisi, zenginleştirmek istedik; üçüncüsü, kanımca, ilk ikisi kadar önemli, bir düşünce dili durumuna getirmek istedik.
Ben şuna inanırım: Bizim kuşağımızla, bizden öncekilerin de yardımıyla, öncülüğüyle, Türkçe, ilk kez düşünmeye başladı. Türkçe, Türkçe olarak düşünmeye başladı ve bizim gerek düşünsel alanda, gerek yaratıcı alanda öykü ve şiirde, romanda, tiyatroda yarattıklarımızın, değil, Tanzimat Türkçesiyle 1930’ların, Türkçesiyle yazmamızın olanağı yoktur. Ancak o dille yazılabilir o öyküler, o şiirler, o romanlar. Asıl sorun, Türkçe düşünmektir. Türkçenin olanaklarını göz önünde tutarak, dile yeni açılımlar kazandırmaktır.
M.D.- Bu bağlamda, “Neyi” anlatmak mı önemli, “nasıl” anlatmak mı?
F.E.- Yazmak, neyi anlatmak değil, nasıl anlatmaktır. Resimde önemli olan portre, nature-morte, manzara değil, bunların nasıl resmedildiğidir.
M.D.- Resim çalışmalarınız yazınsal yapıtlarınıza ne ölçüde yansıyor? ilgili görüşlerinizi alarak sonuçlandırmak istiyor ve size çok teşekkür ediyorum.
F.E.- Resim çalışmalarım söz ettiğiniz gibi yansımıyor ama, resim sanatından öğrendiğim çok önemli şeyler oldu. Resim, şiire, romana, öyküye göre daha somut bir sanattır. Gözle ânında görülür ve o dili biliyorsanız, ânında algılayabilirsiniz. Bir romanı, belli bir zaman dilimi içinde okumanız gerekir, bu romanın uzunluğuna göre değişir. Bir hafta da sürebilir, bir ay da. Resim ne kadar büyük ve konusu ne olursa olsun, o anda karşınızdadır, onunla dolaysız bir diyaloga girme olanağı vardır. Resimdeki bu süreç, yazarken bana çok yardımcı oldu. Ressamların geçtiği yollardan yazar olarak geçerek çözümler aradım. Örneğin, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’da bulduğum çözümde tümüyle resim sanatından esinlendim.

29 Ağustos 2010 Pazar

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Trabzon’dan Bir Dergi: Ada

Türkiye’nin her bölgesinde çok sayıda edebiyat dergileri yayımlanıyor. Bazıları uzun soluklu olmayı başarıyor. Çoğu birkaç sayıdan sonra geçmişin tozlu raflarına atılıyor. Dergilerin en önemli işlevi kültürel mirasımızın zenginleşmesine katkı sağlaması olsa gerek. Birkaç kişinin özel çabasıyla ortaya konulan dergilerin daha çok desteklenmesi, çocuklarımıza ve gençlerimize mutlaka ulaştırılması gerekiyor. Ülkemizin en büyük sorunlarından biri okumamak! Fakülte mezunu olan binlerce insanımız ne yazık ki dergi takip etmiyor. Öğretmenlerimiz yaşam koşullarını da bahane ederek kitaptan, dergilerden uzak duruyor. Hayatlarını genişletecek olan sözcüklerden insanlarımız mahrum yaşayıp gidiyor. Doğal olarak bilmediklerini anlatamıyor ve gençlerin ufkunu açamıyorlar.
Trabzon edebiyat dergileri açısından bereketli yerlerden biridir diyebiliriz. Kıyı, Mortaka, Tekne ve Ada gibi önemli dergiler yaşamsal mücadelelerini sürdürmeye devam ediyor. Futbolun en çok önemsendiği bu kentten birçok sanatçı, aydın çıktı. Kentin aydınına, sanatçısına ne kadar katkı sağladığı şüpheli… O yüzden kendini bu kentli hisseden bütün okurlarımız bir kere durup düşünmeli dergilerin yaşamımızdaki yerini.
Yazımda bugün size Ada dergisinin yeni iki sayısından bahsetmek istiyorum. Yaklaşık bir buçuk yıl aradan sonra hem yaz, hem güz sayılarını yayımladı dergi. 11. Sayısında “Gurbet” konulu dosyasıyla Trabzon’dan uzaklara giden yazar ve şairlerin bu kenti hangi olaylarla, anılarla ve özlemle hatırladıklarına şahit oluyoruz. Alaaddin Bahçekapılı, Çiğdem Sezer, Ömer Faruk Ciravoğlu, Öner Ciravoğlu, Meral Ataç, Mustafa Bilici, Nihat Genç, Raif Özben, Ruşen Keleş ve Tayfun Pirselimoğlu gurbet konusundaki yazılarını dergi sayfalarından okuyabilirsiniz.
Şiirleriyle Ayşe Keskin, Beşir Sevim, Fatma Esti, Nefise Pınar, Neşe Yaşın, Ömer Turan, Türker Özşeker, Volkan Odabaş, Yılmaz Arslan ve çeviri bir şiirle Kenan Sarıalioğlu 11. ada dergisinin sayfalarında yer alıyor.
10 Şair ve Yazar birer soruyla İnci Aral’a merak ettiklerini sordu. Attila Aşut Türkçe yanlışları üzerine bir yazı kaleme aldı. Candan Selman, Enise Hürrem Turan ve Serkan Türk öykülerini, Hayati Çitaklar Seksenlerin Londra’sından günümüz Türkiye’sine tiyatro konusunda çarpıcı yazısı da dergide okuyabilecekleriniz arasında.
Her sayıda farklı bir dosya konusuyla okurun zihninde karıncalanma yaratmaya çalışan Ada güz sayısında dosya konusu olarak Bilge Karasu’yu seçmiş. 1930-1995 yılları arasında yaşamış olan Bilge Karasu, Türk Edebiyatının en önemli yazarlarından. Genç yazarların usta yazarın kitaplarından yola çıkarak yazdıklarını metinleri keyifle okuyacaksınız. Güray Süngü, Arzu Alkan, Burcu Aker, Alper Sarı, Galip Ferhat Akbal, Pelin İşcan ve Serkan Türk’ün Karasu için yazdıkları yazılar yer alıyor ada’nın iç sayfalarında.
Yeni dönemin dikkat çeken kadın öykücülerinden Seviye Merih’in Tarık Güney söyleşisiyle, Ayşe Keskin, Emirhan Tezer, Feride Özmat, İlyas Barut ve Mehmet Kuvvet öyküleriyle, Bülent Sümer ve Muammer Kotbaş çizimleriyle Ada’ya omuz verenlerden.
Ada 12. Sayısındaysa şu isimlerin şiirleri yer alıyor. Ahmet Özer, Burak Tokcan, Celaleddin Koç, Ertuğrul Aydın, Ersan Erçelik, Halil İbrahim Polat, İrfan Yıldız, Kadir Aydemir, Kaan Koç, Mehmet Şamil, M.Sinan Karadeniz, Naime Erlaçin, Neriman Calap, Özkan Dursun, Selahattin Yolgiden, Yavuz Türk ve Yıldırım Vural.
Dil, bilinç ve ruh kirliliğinden olabildiğince uzakta, edebiyatın müstesna bir yerinde duran okuyucular için Ada dergisi okunabilir.
Bilgi için: 0-505-496 94 93