22 Kasım 2010 Pazartesi

Hayat ile edebiyat sıratının beyefendisi-Karin Karakaşlı

Usta yazar Selim İleri, romanları ve denemeleri ile uzlaşmaz bir ikiliye hüzünle gülümsüyor

Hayat ile edebiyat sıratının beyefendisi

Karin Karakaşlı

Edebiyatı hayatın ta kendisi kılan, hayatı da edebiyatın tılsımıyla anlamlandıran yazarlar için sadece kendi eserleri ile yetinmek söz konusu olamaz. Onlar için kendilerini yetiştiren aileden öte bir edebi aile vardır sanki. Kendilerinden önceki ustaları ve onların unutulmaz eserlerini bir aile albümünün fotoğrafları gibi yaşarlar. Anılar ortaklaşır, kuşak farkı kalkar ortadan. Çağdaş Türk edebiyatının en yetkin yazarlarından Selim İleri de edebiyatı bu çerçevede yaşar ve yaşatır; kendi ürettikleri ile iz bırakarak ve üzerinde iz bırakanları incelikle damıtarak.
Selim İleri’yi okumak bu açıdan çokkatmanlı bir zenginliktir. Bir yandan kendi edebiyat dünyasını ve dilini oluşturmuş bir ustanın hayattan süzdükleriyle bereketlenir, diğer yandan anı, deneme ve inceleme kitaplarındaki nice bilgi ve duygudan nasipleniriz. Bilgi ve duygunun incelikli harmanı, İleri’nin kitaplarında karşılığını bulur. Biz onu okurken belki de en çok satır aralarından zenginleşiriz.
Her bir kitabıyla üslubunu ilmek ilmek dokuyan bir yazarın, sonunda anlattığı insanlık durumlarının tanımına dönüşmesine şaşmamalı. “Selim İleri duyarlılığı ya da hüznü” dediğimizde, aslında bilenler ve tadına varanlar için bir şifre söylemiş oluruz. Kapı ardına kadar açılır.
Selim İleri’nin son romanı Hepsi Alev de kapı ardına kadar açıldığında bizi içine çekiveren ve böylesi bir duyarlığın ve hüznün mührünü taşıyan bir eser. Bizans imparatoriçesi İrene’nin sürgün günlerine ve geri dönüşlerle tüm yaşamına bizzat kendi sesinden ortak olduğumuz bu tarihi roman, resmi tarihin kayıtlarından bir hayli farklı. Hatta denilelebilir ki İrene, kendisini kayda geçen tarihçi Gregoras’tan İleri’nin kalemi aracılığıyla dile gelip hesap soruyor. Biz ise avucumuzun içinde tuttuğumuz bu her dem taze yüreği nereye koyacağımızı şaşırarak çaresizce tanıklık ediyoruz çağları aşıp gelen bir feryada.
Nice zaman susmuşların isyanıyla haykırıyor öyküsünü bize İmparatoriçe İrene. Tutkulu bir Hıristiyan ve sanatsever olarak “ikona kırıcı” dönemde ikonaların varlığı ve dolyasıyla aslında sanatın vazgeçilmezliği için mücadele eden bu öncü kadın, yazarının üzerine tuttuğu özgün ışıkla 800’lerde geçen öyküsünü bugünümüzün tam ortasına taşıyor. Bir yandan edebiyatın, gayrıresmi tarih anlatısı olma yönüyle şaşkına dönerken diğer yandan İrene’nin kişiliğinde, tarihi bir roman kahramanından öte idealleri ve zaafları arasında bocalayan insanın tanıdık hikâyesini, yüreğe çentik atan bir çarpıcılıkta karşımızda buluveriyoruz.
Varlığını ve hayatın anlamını ikona ile simgeleşen sanatta bulan İrene, sürgün gönderildiği adada geçmişiyle hesaplaşırken önceliklerini ve bu uğurdaki tavizsiz mücedelesini paylaşır bizlerle: “Tapınaklarımızda bize hayatı ve ihtirası, arzuyu, kuvveti, sertliği, zaafı, gönlün kiplerini anlatmış elyazması eserler saklı. Okudum, pek çoğunu. Öz be öz inancımıza sadık kalmış din adamlarımızın yardımını gördüm. Günlerim okumakla geçti. Tutkuyu anlamak için okudum. Büyük yalnızlığıma okumak iyi geldi. Geriye kalanı anladım: Ülküydü. Başkaları olmadan, aşk ve sevgi olmadan yaşamayı öğrendim” Varlığını, ikonalarla özdeşleşen sanata adayan İrene, “Yüksek sanat hayata çığlığımdı” der ve önyargılara karşı savaşını çaresizlik olmayan bir kabullenişle sergiler: “Doğu ve Batı birleşseydi, belki insanın insana zulmü sona erebilirdi. İkonaların, sanatın... yüksek sanatın şimdilik gerçekleştiremeyeceğini, belki bu birleşme, bu kardeşlik... Son umudumdu. Doğu’yu Doğu’ya, Batı’yı Batı’ya bırakıyorum, düşmanlıkları bilendikçe bilensin.”
Sanatın hele de edebiyatın iflah olmaz sevdalısı Selim İleri, İrene’ye böyle dedirtirken çocukluğundan başlayarak farklı semtlerde, nice ayrıntıda izini sürdüğü bir kenti anlattığı İstanbul Seni Unutmadım başlıklı kitabında kendi okuma büyüsünü de İrene’nin coşkusuna soydaş bir coşkuyla paylaşır: “Yine yaz mevsimidir, kitaplarla en haşır neşir olduğum yıllar, ilkgençliğim. Reşat Nuri’nin romanları için sızılı bir mutlulukla dolp taştığımı hatırlıyorum. Elimde Akşamgüneşi, Dudaktan Kalbe, Yaprak Dökümü. Bir daha niye olmadı? Bir daha niye o anlamlı okumaları yaşayamadım? Şimdi yeniden okusam on üç-on dört yaşlarımın yaz günlerine geri dönebilir miyim?..”
Kendisini sorgulamaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş bir yazarın kaleminden bizim her yaşta farklı okumalara götürücek kitaplar çıkar elbette sonunda. Kamelyasız Kadınlarda, Namık Kemal’in, Samipaşazade Sezai’nin ve Halid Ziya Uşaklıgil’in eserlerinde kadına yaklaşımı, toplum karşısında birey olma mücadelesini paylaşan İleri, kendi yaratım süreci için koyduğu yüksek çıtada bizlere sesleniverir: “Her şeyden dönüp yazdıklarıma sığındığım günler, yıllar, uzun yıllar. Bir öykü yazıyorum! Bir roman yazıyorum! Benden mutlusu yok. Uzun yıllar... Bir anlamı var mıydı o yazdıklarımın? Uzun yıllar geride kaldıkça böyle sorar oldum. Dün kime yazmıştım, bugün kimin için yazıyorum? Yazdıklarım başkalarına anlam götürdü mü?”
Yüreğimden İrene’ninkine benzer bir çığlık yükselir her seferinde: Evet, evet, evet...


ada dergisi 9. sayıda yer almıştır.